Başlangıç > Köşe yazıları > Seçtiklerim

Seçtiklerim

Daha ileri reformlara evet, zafer naralarına hayır

JOOST
LAGENDIJK

Türkiye

15/09/2010

joost.lagendijk@radikal.com.tr

12 Eylül referandumunun sonucunu liberal/demokratik/reform yanlısı/Avrupa yanlısı bir bakış açısından nasıl değerlendirmeli? Belki daha önemlisi: Buradan nereye gidilecek?
Bu köşeyi okuyanlar, sonuçtan gayet memnun olduğumu duyduklarına şaşırmayacaklardır. ‘Evet’ oyu verenler ile hayırcılar arasındaki fark, nüfusun çoğunluğunun tercihleri konusunda herhangi bir tartışmaya mahal vermeyecek kadar fazla. ‘Evet’ oyu verenlerin saikleri elbette çeşitlilik taşıyordu, fakat Türklerin büyük çoğunluğu anayasayı değiştirmenin Türkiye’nin yararına olacağı kanaatindeydi.
Öte yandan ‘hayır’ oylarının miktarı da görmezden gelinemeyecek kadar fazla ve paket aleyhine oy verme sebepleri muhalefeti iflah olmaz reform karşıtları olarak yaftalamaya izin vermeyecek kadar karışık. Kullanılmayan oyların iknadan mı yoksa göz korkutmadan mı kaynaklandığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz fakat BDP, Kürtleri oy sandıklarından uzat tutmakta başarılı oldu. Boykot kampanyasının etkisi ancak yavaş yavaş görünür hale gelecek,
zira bu, PKK ateşkesinin devam edip etmeyeceğine
sıkı sıkıya bağlı.
Şimdi ne yapmalı? Siyasette ve toplumdaki iki aylık kutuplaşmanın ardından her iki kamptan siyasetçilerin yapacağı ilk iş, ortalığı yatıştırmak ve daha fazla gerilime yol açmamaya karar vermek. Ülke kavga arayan temsilcilerden rahatsız ve yorgun; bel altı vuran argümanlar bazı kısa vadeli faydalar getirebilir, fakat uzun vadede insanların siyasete güvenini aşındırır. Bırakalım bakanlar ve parlamenterler bir süre Ankara’da kalsın ve yasama görevlerine odaklansın.
Peki bu, bir sonraki seçimlere dek daha ileri reformları unutmamız gerektiği anlamına mı geliyor? Hiç de değil. Bu referandumdan çıkarılması gereken tek sonuç, kapsamlı, fakat tartışmalı reformlara nüfusun yaklaşık yüzde 60’ının desteğini almanın mümkün olduğu. Son iki yıldır AKP hükümeti şu konuda bence haklı olarak defalarca eleştirildi: Kendilerine oy kaybettireceği veya muhalefetin fazla sert olduğu izlemini edindiklerinde, gerekli reformlardan geri adım attılar. 12 Eylül zaferi, reformları masaya koymakla sorumlu olan siyasetçiler, bütün zorluklar karşısında onları savunacak kadar cesur ve inatçı olduklarında, reform sürecinin hayatta kalabileceğini gösteriyor. 1982 Anayasası onca direnişe rağmen ciddi şekilde değiştirilebiliyorsa, Kürt sorununu çözmeye başlamak yönünde somut öneriler ortaya koymak niye imkânsız olsun? 12 Eylül referandumunun sonucu AKP içinde ve dışındaki bütün reformcuları cesaretlendirmeli. Evet, yapabiliriz.
Aynı zamanda, pakete ikna olmayan yüzde 42, tercihan, şu hususta bir uyarı sayılmalı: Yeni reformların formüle edilmesi ve sunulması için kullanılan yöntemler değiştirilmeli. Şahsen bu referandum öncesinde, CHP ile bir uzlaşmaya varmadığı için AKP’ye yöneltilen suçlamalar bana hiç de inandırıcı gözükmedi. Ana muhalefet partisinin onca ayak diremesinden sonra, bu defa tek başına ilerlemekten başka hiçbir seçenek yoktu.
Fakat Avrupa Komisyonu’nun önemli reformlar konusunda konsensüs gerekliliğini son dakikaya kadar vurgulaması boşuna değildi. Diğer aday ülkelerden edinilen tecrübelerden yola çıkan Brüksel’deki yetkililer, köklü reformların ancak parlamentonun ve genel olarak toplumun büyük çoğunluğu tarafından desteklendiğinde sürdürebilir olduğunun farkında.
Bu da iktidar partisinin gelecek birkaç ayı, ana muhalefet partisinin temsilcileriyle oturup en zorlu iki reform (tümüyle yeni bir anayasa ve Kürt sorunuyla iştigal edilmesi) konusunda ortak bir zemin aramaya vakfetmesi akılcı ve hayırlı olur. CHP lideri Kılıçdaroğlu çeşitli vesilelerle, her iki meselede işbirliğine istekli olduğunun işaretini verdi. Bu teklif heba edilmemeli.
12 Eylül’de atılan ileri adımın sonrasında oluşabilecek en güzel manzara, AKP’nin zafer naraları atmaktan kaçınması ve CHP’nin yeni reformlara dair müstakbel işbirliği sözünü tutması olacaktır. BDP AKP’nin çarklarına çomak sokmaya muktedir olduğunu kanıtladı. Şimdi önlerindeki mesele, var oluşlarının dayandığı ve dikkat, şefkat ve uzlaşma idaresiyle halledilmedikçe bütün Türk hükümetlerinin karşısına öcü misali dikilecek olan bir sorunun çözülmesine de katkıda bulunabileceklerini göstermek.

 

 

AB ile ‘evet’in buluştuğu nokta

DENİZ
ZEYREK

Dış Haberler

14/09/2010

Referandum sürecinde Avrupalı diplomatların anayasa değişiklik paketinin içeriğini beğenmediği halde desteklediğini yazmıştım. Bir nevi ‘yetmez ama evet’ savunucusuydu Avrupa Birliği. Doğal olarak da yüzde 58’lik bir oranı yakalayan ‘evet’ oylarını ilk alkışlayıp, ‘bunlar yetmez’ diyenlerin başında AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu Temsilcisi Stefan Füle geldi. Mealen “Bu adımı düşünce ve din özgürlüğü gibi konular başta olmak üzere diğer reformlar izlemeli” görüşünü ortaya koyan Füle, birliğin, yapılan anayasa değişikliklerinin uygulamasını yakından izleyeceğinin de sinyallerini verdi. Füle’ye göre, Brüksel gelecekte Türkiye’deki anayasa değişikliklerinin en geniş uzlaşma ve diyalog ile yapılmasını bekliyor. Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten ise referandum sonucuyla Türk halkının daha demokratik bir Türkiye isteğini gösterdiğini savunurken Aleviler ve Kürt kökenlilerin sorunları için Türk hükümetinden girişim beklediklerini ifade etti. Brüksel’den gelen bu iki sıcak açıklama, Türkiye’de tercihini ‘evet’ten yana koyan seçmenlerle, AB’deki karar alıcıların aynı noktada buluştuğunu ortaya koyuyor.
Peki nedir bu nokta? Kanımca geride kalan 87 yılda askeri vesayetin ve yargı otoritesinin elinde şekillenen ‘devletin bekasını gözeten’, ‘sınırlı’ ve ‘eksik’ bir demokrasinin üzerine kurulanan statükonun parçalanmasıdır. Şimdi herkesin ‘statüko’ diye özetlediği bu kavramı biraz detaylandırmakta fayda var:
Mesela, bundan 5-6 yıl öncesine kadar, AB üyelik sürecinin en hareketli günlerinde, Türkiye’nin üyeliği önündeki en ciddi engel, ‘askerin siyasetteki rolü’ydü. AB’nin beklediği birçok reform TSK’nın ‘olumsuz’ görüşlerine takılıyordu. Askerin baskısı nedeniyle ‘güvenlik-özgürlük’ arasındaki denge, hep ‘güvenlik’ lehine kayıyordu. AK Parti iktidarının ilk günlerine denk gelen, Aralık 2002 Yüksek Askeri Şûrası’nda alınan kararlara konulan ‘şerh’ bu role, yaygın kullanımıyla ‘askeri vesayete’ atılan ilk çentik olmuştu. Daha sonra bildiriyi yazan general ile iktidar arasında ‘danışıklı dövüş’ olduğu iddiaları ortaya atılsa da 27 Nisan bildirisine hükümetin gösterdiği tepki de asker-sivil ilişkileri açısından ilkti ve Avrupalıların beklentilerini karşılıyordu. 1 Ağustos 2010’a gelindiğinde, Başbakan’ın YAŞ kararlarını istediği gibi şekillendirmesi ve Ergenekon sürecinde askerlerin ‘dokunulmazlığının’ olmadığının gösterilmesi de Brüksel’in gözündeki ‘en büyük engelin’ aşılmaya başlandığının kanıtı gibiydi.
‘En büyük engelin’ büyük ölçüde aşılması, aynı zamanda geride kalan engellerin çok küçük olmadığını ortaya çıkardı. Şöyle ki son 20 yılda, AİHM kararları bütün çıplaklığıyla gösterdi ki sınırları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile çizilen ‘yaşam’, ‘düşünce ve ifade’ ve ‘adil yargılama’ gibi temel insan hak ve özgürlükleri Türkiye’de yoğun bir şekilde ihlal ediliyor. İhlallerin altında silahlı kuvvetlerin ve polisin imzası olsa da bu ihlallerin tamamının görmezden gelinmesi, gizlenmesi ve onaylanması da yargı kararlarıyla bir nevi ‘devlet politikası’na dönüştürülüyordu. Yani ikinci ‘vesayet alanı’ yargıydı. Aklıma örnek olarak vatandaşa dışkı yediren askerlere yönelik ‘hoşgörü’den, darbe yıllarını aratmayan yargılama yöntemlerine dek çok sayıda ihlali mahkûm eden AİHM kararları geliyor ama sanırım son güncel olayı anmak en doğrusu: AİHM’de Hrant Dink’in başvurusuyla açılan davada Türkiye’nin gönderdiği skandal savunma, Türkiye’nin yaşam hakkını bile koruyamadığı Dink’i Nazi zihniyetiyle bir tuttuğunun utanç vesikasıydı. Bizler, sorumlu ararken Dışişleri ve Adalet bakanlıklarının görevlilerine yüklendik ama asıl dayanağın, yerel mahkemenin Dink’e verdiği mahkûmiyet ve Yargıtay’ın bu karara dair onay gerekçesiydi.
Bu iki unsura dindar insanların, Alevilerin ve Kürtlerin hak olarak gördüğü, ancak Cumhuriyet boyunca devletin kendilerinden esirgediği hakları da katabiliriz. Referandumdan başarılı çıksın ya da çıkmasın, her siyasi partinin referandum sonuçlarının ‘işsizlik ve yoksulluk’ etkeninden çok, sorunu olan vatandaşların AB’nin de desteklediği ‘siyasi statüko ve cumhuriyetin yanlışlarıyla hesaplaşmasından’ kaynaklandığını görmeli.

Cahil halk sendromu

AHMET
İNSEL

Politika

14/09/2010

Halkoylamasında bekledikleri hayır oranını bulamayanlar, bu açık başarısızlığın nedenini iktidar partisinin kurumsal, mali ve siyasal tüm imkânları seferber etmesinde, açık ve örtük baskı yöntemlerini yaygın biçimde kullanmasında ve neredeyse sadece buralarda aramayı tercih ediyor. Bu, bir bakıma, maçı kaybedenin kabahati hakemde, sahada, seyircide arayıp, kendinde hiç aramamasına benziyor. AKP’nin bütün bu imkânları kullanıyor olmasıyla evet oylarını açıklayanlar, seçmenlerin ezici çoğunluğunun neye oy verdiğini bilmeden sandık başına gittikleri iddiası ile avunmaya çalışıyorlar. Buna inanmaya devam ettikçe, her seçimde daha büyük hayal kırıklığı yaşamaya kendilerini mahkûm ediyorlar.
“Ay bu insanlar ne bilirler ki oylarının değeri olsun” diyerek dudak bükenler, ‘halkın ezici çoğunluğunun neye göre evet ya da hayır oyu verdiğini açıklayamadan oy verdiğini’ iddia edip, halkı budala yerine koyan iyi okumuşlar, bu tavırlarıyla halkın kime oy vereceğine karar vermesine yardımcı oluyorlar. Küçük gördüğü, tercihlerini yaparken vesayet altına alınması gereken aşağı-ortadan düşük zekâlı zihinsel özürlüler olarak baktığı ve onlar biraz yanına yaklaşınca korkuyla karışık bir nefretle irkildiği bu kitlenin kendilerini gayet iyi anladığını idrak etmekten aciz bir zümre bu. AKP’yi proto-faşist olmakla suçlarken, kendisinin ağır bir otoriter elit hükümranlığı özlemini ele verdiğini görmüyor. Kendini demokrat, solcu, ilerici, vs. zannediyor.
Bir de bir tür çaresizlik itirafına benzer bir tavır var. Kemal Kılıçdaroğlu’nun oylama sonuçları açıklandıktan sonra yaptığı konuşma, bunun zirve noktasıydı. Aldıkları tavrın ve yürüttükleri kampanyanın içeriği ile ilgili en ufak bir eleştirel değerlendirme dile getirmedi. Yapılabilecek olan her şeyin yapıldığını, son derece büyük bir çaba sarf ettiklerini söylerken, “Bu malla yapılacak en iyi satış budur” der gibiydi.
Kılıçdaroğlu’nun çok büyük bir çaba sarf ettiği kuşkusuz. CHP örgütünün bu çabayı taşıyacak bir yapıda olmadığı da bir o kadar açık. Ama bunun ötesinde, hayır kampanyası tuzağına düşmüş olmaktan başlayıp, kampanya sırasınca işlediği temaları da sorgulaması gerekmiyor mu yeni CHP Genel Başkanı’nın? “Olabilecek en büyük çabanın sarf edildiğini” söyleyip, ardından alınan tavrın ve yürütülen kampanyanın bütünüyle doğru olduğunda ısrar etmek, CHP’nin bundan daha başarılı bir seçim sonucu elde etmesi mümkün değildir demek değil midir? Belki de bu haliyle, bu yönetim kadrosu ve bu tabanıyla CHP’nin bundan daha fazlasını başarma şansı gerçekten yoktur.
Sorun gene seçmene olan yaklaşıma gelip dayanıyor. Seçmenleri şahsi çıkarları dışında gözü başka hiçbir şey görmeyen miyop yaratıklar olarak görenler, Kılıçdaroğlu’na aş ve iş temalı bir kampanya yaptırttılar. Belki Kılıçdaroğlu da, halkoylamasına uyup uymadığına bakmadan, “halkın en rahat anlayacağı sözler bunlardır” inancıyla, siyasal formasyonuna uygun olan bu popülist temayı tercih etti. Böyle bir kampanya da halk kitlelerini aşağı yaratıklar olarak görmek değil midir? Sekiz yıldır iktidarda olmalarına rağmen, AKP’den kültürel, etnik veya dinsel nedenlerle hâlâ büyük ölçüde akılla izahı olmayan bir korku duyanlar dışında, kim kendini bir çıkar makinesi yarı budala olarak gören ve onu dolaylı biçimde aşağılayanın çağrısını dinleyip, onun işaret ettiği oyu verir? “Bu anayasa değişikliği size iş sağlamayacak” demek, insanlarla alay etmektir. Anayasa ile iş ve aş bulunacağına yurttaşların inandığını mı zannediyor CHP’liler ve bazı sosyalistler?
Böyle bir tavır, yurttaşların erdemli veya partizan olabileceklerine, en azından erdemli veya partizan gibi hareket etmeye çalıştıklarına inanılmadığını ifşa etmektir. Bu durumda, CHP’liler ve onun etrafında oluşan arkaik sol koalisyon ne kadar çaba gösterirse göstersin, serbest seçimlerde bu halk tabakalarından kendilerine daha büyük bir desteğin gelmesinin mümkün olmamasından daha doğal bir durum ne olabilir?
Siyasal alanda cahil, okumuş, okumamış, bilir bilmez ayrımı yoktur. Eşit yurttaşlar vardır. Demokratikleşme tam da bu ilkenin hayata geçmesidir. MHP oylarını, emekli darbecilerin oylarını, nasyonal sosyalistlerin oylarını solun hanesinde gösterme çabasında olanları bu inanılmaz gafletleriyle baş başa bırakıp, halkoylamasının sonuçlarını sosyalistlerin bu gözle değerlendirmesi Türkiye’de solun geleceği açısından yararlı olacaktır.

Referandumda yargı ve sol

 

10/09/2010 2:00

Hayırcıların iki büyük iddiasından birincisi: “Cumhurbaşkanı ve TBMM’nin seçeceği ek üyeler yargıyı siyasallaştıracak!” Oysa, üç askeri darbe yargıyı değil siyasallaştırmak, resmen askerileştirdi. Kenan Evren’e darbecilikten dava açmak isteyen Savcı Sacit Kayasu Yargıtay tarafından, Şemdinli davasında Büyükanıt’ı suçlayan bir iddianame yazan Savcı Ferhat Sarıkaya meslekten atıldı….

 

BASKIN ORAN (Arşivi)

Gecenin saatinde müzik dinliyoruz, yanımızdaki masa kalkarken bir genç kadın yaklaşıyor, “Yetmez Ama Evet” tişörtüme bakarak: “Bunu giymenizi çok ayıpladım. Oysa, faşizme karşı olmayı Mülkiye’de okurken bize siz öğretmiştiniz”. Önce bir şaşırıyorum, “solcu” Mülkiyeli kardeşim nasıl bir ilgi kurdu acaba? Hemen, Bartın’da referandum konuşması yapan Ertuğrul Günay’a “Burada niçin Atatürk rozeti bulunmuyor?” diye fena çıkışan Kemalist kadını (Radikal, 18.08.10), ardından da, fena sıkışan adamın eczaneye girip “Burada Kadri Şençalar’ın plağı bulunur mu?” dediği fıkrayı hatırlıyorum. Sonunda da hakikaten başarısız bir hoca olduğum kanaatine varıyorum…
Rezil bir süreç yaşadık. Erdoğan başta, tüm liderler herkesi kışkırttı. Toplum karpuz gibi yarıldı. Nihayet bitiyor olmasına seviniyorum. Beni en rahatsız eden şey, hayırcıların içinde, 1930 tipi milliyetçi oldukları halde, ‘solcuyum’ diyenlerin de bulunması. Bunların bu kadar hırçın olması iki slogana dayanıyor: 1) “AKP’den iyi şey çıkmaz”. Herkesin içinde bir kabahat kaçırınca, tebessüme çalışarak, “İyi adamdan kötü şey çıkmaz” diyebilmek kadar orijinal. 2) “Bağımsız Türk yargısı siyasallaşıyor, elden gidiyor”. Bunun, kendilerinin bile farkında olmadığı tercümesi: “1930’u son savunma hattımızı da elden kaçırıyoruz”. Bu hat’a bakalım. 

Bugünkü yargıyı TSK böyle yaptı
Bir şeyin elden kaçması için, önce ele geçirilmesi lazım.   Bağımsız Türk yargısı, ilk askeri darbe tarafından ele geçirilmişti. 27 Mayısçılar derhal tasfiyeye giriştiler. Danıştay’daki 54 yargıçtan 28’ini (yani, yarısını), Yargıtay’daki 241 yargıçtan 66’sını (yani, dörtte birini), yerel mahkemelerdeki 3123 yargıç ve savcıdan 520’sini (yani altıda birini) resen emekliye sevk ettiler (bkz. Prof. Osman Doğru, 27 Mayıs Rejimi, Ankara, İmge, 1998). Ayrıca, Yassıada gibi bir hukuk dışı mahkeme kurarak, ‘doğal yargıç’ gibi en temel hukuk ilkelerini “devrim” adına iğdiş ettiler. 
Hayırcıların iki büyük iddiasından birincisi: “Cumhurbaşkanı ve TBMM’nin seçeceği ek üyeler yargıyı siyasallaştıracak!” Oysa, üç askeri darbe yargıyı değil siyasallaştırmak, resmen askerileştirdi.  Kenan Evren’e darbecilikten dava açmak isteyen Savcı Sacit Kayasu Şubat 2003’te Yargıtay tarafından, Şemdinli davasında KKK Org. Büyükanıt’ı suçlayan bir iddianame yazan Savcı Ferhat Sarıkaya da Nisan 2006’da HSYK tarafından meslekten atıldı. Şemdinli davasında 2 astsubay ile 1 itirafçıyı mahkûm eden Van 3. Ağır Ceza heyeti yine HSYK tarafından dağıtıldı (Radikal, 29.06.07) ve dava bizzat Yargıtay tarafından askeri mahkemeye nakledildi. Şu anda da HSYK, askerleri darbe hazırlığından yargılayan Ergenekon yargıç ve savcılarını yerinden atmaya çalışıyor da, siyasi otorite (Adalet Bakanı ve müsteşarı) bunu önlüyor, seviniyoruz. Anlayın; yargının bağımsızlığını savunagelmiş bizler ne günlere kaldık.

Kuvvetler dengesi filan yok
Hayırcıların ikinci büyük iddiası: “Yargı organlarındaki sayı artırımı kuvvetler dengesini yok edecek”. Bunu söylemek büyük marifet, çünkü bu denge yok. 
1) İdari Yargı: Yürütmenin yerine geçti. Anayasa md. 125/4’e göre, “Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır”. Danıştay bir kararın/yasanın iyi mi kötü mü olduğuna karar veremez. Yani, ‘yerindelik denetimi’ yapamaz. İdarenin takdir yetkisine karışamaz. Ama karışıyor. Geçenlerde, Ankara’da 2003’te yapılmış otobüs zammını iptal etti, fiyatları 7 yıl önceki haline döndürdü. 
2) Yargıtay: Yasamanın yerine geçti. Ne yasa, ne anayasa, ne uluslararası antlaşma dinliyor. Bir Rum vakfının TC vatandaşı olan mütevellisini ‘Türk olmayan’ ilan ederek (hem de üç ayrı tarihte!), “Türk”ün tanımını yapan anayasa md. 3’ü ihlal ediyor. Kürtçe seçim propagandası yapanı mahkûm ederek, “tüm açık toplantılarda her vatandaş istediği dili kullanır” diyen kurucu antlaşmamız Lozan’ın md. 39/4’ünü ihlal ediyor. Ayrıca, anayasanın “uluslararası antlaşma yasaların üzerindedir” diyen 90/5. maddesini ihlal ediyor. Bu açıdan bütün yerel mahkemeleri de etkiliyor çünkü onlara karne notu vermekte. Tabii, unutmayalım: “Hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığının teminatı olan Cumhurbaşkanımıza Yargıtay’ın şükran duygularını sunuyoruz” (Y. Oğur, Taraf, 07.09.10) diyerek 1985’te K. Evren’e şilt vermişlerdi. 
3) Anayasa Mahkemesi (AYM): yasamanın yerine geçti. Anayasa md. 148 “AYM, anayasa değişikliklerini ancak şekil bakımından denetleyebilir, esasa giremez” dediği halde hem meşhur 367, hem türban, hem de bu Referandum kararıyla esasa girdi. Tabii, unutmayalım: AYM, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi’yle birlikte, 12 Eylül darbesi olur olmaz darbecilere başarı mesajı çekmişti. 
4) HSYK: Bütün bu ihlallerin merkez üssü ve dağıtım merkezi. Bütün yargıya egemen. ‘82 darbe anayasasına göre tam bir “Seç beni, seçeyim seni” ilkesiyle işliyor: Danıştay ve Yargıtay tarafından seçiliyor; kendisi de Yargıtay’ın tamamını ve Danıştay’ın dörtte üçünü seçiyor. Tam bir özel kulüp düzeni. Sonucu özetleyelim:

A) Şu andaki yüksek yargı devleti tamamen denetliyor, ama kendisini denetleyen makam yok. Yargının bağımsız olması ama tarafsız olmaması, bu kuvvetler dengesi yokluğunu vahimleştiriyor. 

B) 27 Mayıs döneminde “Menderes iyi adamdı” demeyi suç sayan bu yapı (T. Akyol, Milliyet, 28.05.10) zaman içinde evrilerek “Sayın Öcalan” (yani, “Mr. Öcalan”) diyenleri 2.5 yıl hapse mahkûm etmeye başladı (Milliyet, 07.05.09). Çünkü Yargıtay başkanları Adli Yıl’ı açış konuşmalarında şöyle ilan etmekte: “Hâkimler üniter devletten, bölünmez bütünlükten yana taraftır. Taraf olmuştur, olacaktır” (CNN Türk.com, 26.12.2007). Bu inanç, TESEV araştırmasında (Prof. Mithat Sancar/Eylem Ümit) şöyle dile geliyor: “Ben devletçi hukukçuyum”; “Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız”; “Devletim olmadıktan sonra benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz”, “Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem” (E. Özcan, Bianet, 28.11.07)

Niçin bu kadar hırçınlık şimdi?
Bu referandum paketinden bin kat daha radikali, AB Uyum Paketleri olarak 2001-04’te CHP’nin onayıyla çıkmıştı. Mesela, Mayıs 2004’teki anayasa değişikliğinde uluslararası sözleşmelerin ulusal yasalara üstünlüğü ilan edilmişti (md. 90/5). O halde, niçin bu hırçınlık şimdi? 
Çünkü 1913’ten beri bu ülkeyi eline geçirmiş İttihatçı zihniyet (Tepeden İnmecilik + Ulusalcılık + Laikçilik), o tarihte, reformları istediği an durdurmak için üçlü bir savunma hattına güveniyordu ve bu hatlar artık avucunda değil: 1) Cumhurbaşkanı; 2) TSK. Kendi ayağına durmadan ateş etmek yüzünden kendi kendini tasfiye etti; 3) Yeni anayasadan önce ‘son çıkış’ olarak Yüksek yargı. Güvendiği bir tek o kaldı ama o da verdiği korkunç tarafgir kararlarla TSK’nın yanına doğru hızla ilerliyor ve referandumun getireceği değişikliklerle Özel Kulüp olmaktan çıkıyor. Bu referandumdaki vahşiliğin sebebi işte bu kadar basit. 
‘Sol’la başladık, öyle bitirelim. ‘Boykot’ diyenlere Mihail Vasiliadis dostumdan vaktiyle öğrendiğim bir şeyi aktarayım: Yunanistan’da 1950 seçimlerini, sol cephe EPEK, Plastiras liderliğinde kazanmış fakat bütün çabalarına rağmen, Komünist Partisi ileri gelenlerinden Nikos Beloyiannis’in İngilizler tarafından istenen idamına engel olamamıştı. Çok kızan Komünist Partisi, 1952 seçimlerinde Nikos Zahariadis’in meşhur “Ha Plastiras, ha Papagos” sloganıyla boykot ilan etti. Ilımlı ve bilge kesimlerden gelen, boykotun kötü neticeler doğuracağı uyarılarına kulak asmadı. 1952 seçimlerinde açılan yol, faşist cuntanın 1967 darbesine kadar gidecektir. Olay bugüne dek unutulmamış ve Komünist Partisi bu töhmetin altından hâlâ kalkamamıştır.

Not: Birileri benim fotom da bulunan “Evet” broşürleri basmış diye haber geldi. Benden izin filan almadılar.

Kategoriler:Köşe yazıları
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın