19-26 Eylül Köşe Yazıları ve Makaleler
AB çıkmazı
Beril DEDEOĞLU
Anayasa paketinin halkoyuyla onaylanmasından sonra, sıranın yasaların içerik ve ruhunda değişiklik yapılmasına geldiği anlaşılıyor. Bu çerçevede AB uyum yasalarının meclisten geçmesi ve hızla yaşamımıza dahil edilmesi gerekiyor. AB müzakere sürecine de hız kazandırabilecek bir süreç söz konusu, ancak AB ile ilişkiler ne yazık ki sadece uyum yasalarına ya da Türkiye’nin demokratikleşme yönünde attığı adımlara bağlı değil.
AB’ye üye ülkelerde son yıllarda yapılan seçimleri giderek daha fazla sayıda “sağ” partilerin kazandığı ya da “sağ” partilerin oylarını artırdığı gözleniyor. Avrupa’daki “sağ” ile Türkiye’deki sağ aynı anlama gelmiyor, Avrupa için kast edilen sağ, kendisine göçmenlerden, mültecilerden, yabancılardan, yerli yabancılardan güç kazandıran bir sağ. Bu haliyle yabancı düşmanlığı ve İslam korkusu üzerinden siyaset üreten partiler, farklılıkların birliği yerine farklılıklardan arındırılmış birlik projelerini savunuyor. Böylece bazı yerlerde kitlelerin korkularının yabancı düşmanlığına dönüşmesi devlet politikası haline gelebiliyor.
Söz konusu gelişmeler, Türkiye’nin bundan sonra daha fazla “istenmeyen aday” olma ihtimalini artırırken Türklerin istenmeme halini daha da güçlü bir his haline getirebilir. Bu ortamda da Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen kesimlerin, ülke ve liderlerin seslerinin cılız kalma olasılı yüksek. Türkiye’nin kamu diplomasisi faaliyetlerini nerelerde artırmasına ihtiyaç olduğu, toplumsal yakınlaşmaların yolunu açacak önlemlerin nereye karşı alınacağı belli. Avrupa sağının Türkiye konusunda elini güçlendirmemek için içeride de daha adil ve dikkatli olmaya gerek bulunuyor.
Öte yandan AB ile ilişkilerdeki tek sorun Avrupa’daki toplumsal eğilimler ve yükselen sağ değil. AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı serbest ticaret anlaşmalarına (STA) Türkiye’nin dahil edilmemesi, Türkiye açısından ticari rekabet kapasitesini yitirme riski anlamına geliyor. AB malları STA imzalanan ülkelere gümrük ve miktar engellerine takılmadan girebilirken, bu ülkelerin malları da aynı biçimde AB piyasalarına girip oradan da Gümrük Birliği nedeniyle yine gümrüksüz-kotasız Türkiye’ye girebilirken, Türkiye menşeli malların aynı ülkelere aynı kolaylıklarla girmesi mümkün değil. Üstelik AB’nin STA imzaladığı ülkeler küresel düzeyde Türkiye ile benzer üretim yapılarına sahip ülkeler, diğer bir ifadeyle Türkiye’nin rakibi.
Bugüne kadar AB’nin imzaladığı STA anlaşmaları Türkiye açısından çok ciddi sorunlar çıkarmadıysa da, bundan sonra imzalanacak olanlardan olumsuz etkilenileceği söylenmeli. Önümüzdeki hafta Güney Kore ile AB arasında imzalanacak olan STA, Türkiye açısından olumsuzluğun en önemli adımı. Türkiye, AB’nin imzaladığı STA’lara dahil olmak istedikçe AB “üye olmadan olmaz” yanıtı veriyor; Türkiye üye olmayı istedikçe AB “ şimdi olmaz” diyor; Türkiye bu koşullarda Gümrük Birliği’nden doğan hakları kullanalım bari diye çıkış yapıyor, AB “ Kıbrıs” diyor.
Gümrük Birliği sorumluluklarını tümüyle yerine getirmemekle eleştirilen Türkiye- ki bazı alanlarda bu eleştiri yerinde, Gümrük Birliği’nden doğan haklarını da tam olarak kullanamıyor. Bu konudaki sıkışmışlığın nedenlerinden biri, Gümrük Birliği’nden doğan anlaşmazlıkların çözüm zeminin Adalet Divanı değil iki tarafın temsilcilerinden kurulu siyasi bir organ olması. Bir diğeri ise Gümrük Birliği anlaşmasının Türkiye tarafından üyelik öngörüsüyle imzalanmış olması. AB’deki siyasi iklim üyeliği garanti etmezken ve Gümrük Birliği de giderek çıkmaza sürüklenirken bundan sonrasını zamana yayıp bekleme olasılığı zayıf gözüküyor.
Star, 24-09-2010 10.10 (TSİ)
Dünya sahnesinde yükselen profil
Sami Kohen
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun eylül ayındaki açılışı, her yıl 192 üye ülkenin liderlerini bir araya getirir. Bu, devlet ileri gelenlerine Genel Kurul’da izledikleri politikaları anlatmak ve aynı zamanda yoğun görüşmelerde bulunmak fırsatını verir.
Türkiye yıllardan beri bu fırsatı değerlendirmeye çalışır. Ama kabul etmek lazım ki, geçmişte Türk liderlerinin bu dünya forumuna katılması, fazla ilgi görmemiştir. Uzun yıllar boyunca BM toplantılarında Türkiye’nin dikkati daha çok Kıbrıs gibi bir iki mesele üzerinde odaklanmıştı. Genel Kurul için New York’a gelen Türk liderlerinin konuşmaları, temasları ABD ve dünya basınında yer almaktan uzaktı.
Bu kez durum farklı. Bu yıl, BM platformunda Türkiye adeta gözde bir ülke oldu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi çalışmalarına katılması vesilesiyle Türkiye bir ilgi odağı haline geldi. Günlerden beri ABD’nin önde gelen gazeteleri, TV kanalları Gül ile söyleşiler yapıyor ve Türk dış politikasındaki gelişmeleri aktarıyor.
Medyatik ülke olduk
Türkiye’nin dünya sahnesinde birdenbire profilinin yükselmesinin çeşitli nedenleri var. Türkiye artık artan siyasal ve ekonomik gücü ve uluslararası ilişkilerdeki etkinliği ile dikkatleri çekiyor. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyesi olması da, bu konumunu pekiştiriyor. Açıkçası Türkiye’yi bu kadar “medyatik” yapan başlıca faktör, bazı kritik uluslararası meselelerde yaptığı beklenmedik çıkışlar ve sergilediği yeni tutumdur.
Dünkü “New York Times” gazetesi, “Türkiye BM’de Çeşitli Çarpıcı Yollardan Kendini Belli Ediyor” başlıklı bir yazısında şöyle diyor: “Eğer BM Genel Kurulu, hırslı milletlerin yeni bir imaj sergilediği bir sahne oluyorsa, bu yıl bu fırsatı Türkiye kadar güçlü bir şekilde yakalayan başka hiçbir ülke yok…”
“Washington Post”un yaptığı bir söyleşide Gül’ün, özellikle İran ve İsrail ile ilgili görüşlerine yer veriliyor. Gül’ün dikkat çekici bir sözü de, İran’ı uluslararası camiaya angaje etmek işini Türkiye kadar başarabilecek başka bir ülkenin bulunmadığıdır.
Associated Pres ajansı da Gül ile mülakatında İran ve İsrail hakkındaki sözleri üzerinde duruyor, Türk liderinin “İran’ın, nükleer silah üretme peşinde olduğu iddiası, kanıtlanmadığı sürece geçerli sayılamaz” şeklinde ifadesini öne çıkarıyor.
İki hassas konu
Ancak ABD basınında da belirtildiği gibi, Türkiye’nin İran ve İsrail ile ilgili yeni tutumu, Washington’da kaygı yaratmaya devam ediyor.
İran konusunda Amerikalılar, Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’nde yaptırımlara karşı “hayır” demiş olduğunu unutmuş değil. Ama şimdi Obama yönetimini esas rahatsız eden husus, Ankara’nın yaptırımların uygulanmasına ilişkin olumsuz tavrıdır. ABD, İran’ın yaptırımları delmek için, Türkiye’yi kullandığını ve nükleer programla ilgili bazı mali işlemleri Türk bankaları yoluyla yürütmeye çalıştığını öne sürüyor. ABD basınına göre Ankara’nın bu konuda desteğini sağlamaya çalışan Washington, Türk yetkililerinin itirazlarından çok rahatsız.
Diğer konu, Türkiye’nin İsrail ile bozuk ilişkileri. ABD, BM toplantılarının bir Gül-Peres buluşmasına vesile olacağını umuyordu. Bir ara böyle bir ihtimal de belirdi. Ancak bunun için ortaya konulan şartlar yüzünden ortak bir zemin oluşturulamadı ve bu kez Gül de sert bir tepki gösterdi. ABD basınına göre Washington, bundan da rahatsız.
Özetle, Türkiye’nin bu yıl BM sahnesinde kendisini göstermesi ve sesini duyurması önemli bir başarı. Ama bu profilin, mümkün olduğu kadar sorunsuz ve sıkıntısız yükselmesi de bir o kadar önemlidir.
Milliyet, 24-09-2010 09.30 (TSİ)
AB, Türkiye için neden önemli
Mensur Akgün
İlk bakışta miadı çoktan dolmuş gibi görünebilecek bu başlık, yeni tartışmalar ışığında Türkiye’nin gündemine bir kez daha gireceğe benzer. Bir yandan Merkel, Sarkozy gibi liderlerin inkârcı ve dışlayıcı tavrı, diğer yandan Türkiye’nin gösterdiği siyasi ve ekonomik performans, bir de Yunanistan, Portekiz gibi ülkelerdeki ekonomik krizle birleşince “Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı var mı” sorusunu da beraberinde getiriyor.
Mesela Brüksel’de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) Türkiye raporunun ele alındığı bir toplantıda, örgütün Türkiye Masası Başkanı Rauf Gönenç, üye ülkeler arasında en hızlı büyüyenin Türkiye olduğuna dikkat çekip, küresel krizden hızla çıktığını ve son bir yıl içinde 1 milyon 540 bin yeni iş yaratılmasının AB’siz yaşanabileceğinin ispatı olduğunu söylemiş. Toplantıda bir konuşma yapan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da AB üyesi olmazsa Türkiye’nin depresyona girmeyeceğini vurgulamış.
Eğer sesi çok çıkan AB ülkeleri aynı ayrımcı tavrı sürdürürse, vize sorunları çözülmezse, müzakere edilecek başlık bulunamazsa, yıl sonunda Kıbrıs yüzünden bir tatsızlık yaşanacak olursa, bu tartışmanın genişlemesi ve Türkiye’nin AB üyeliği açısından itici gücünü oluşturan kesimleri de kapsaması kaçınılmaz görünüyor.
Demokrasisini sağlam temeller üstüne oturtmuş, Kürt sorununun çözümü yolunda ciddi adımlar atmış, pazar ve yatırım alanlarını çeşitlendirmiş kendine güvenli bir Türkiye’nin başka türlü davranmasını beklemek imkânsız.
Cumhurbaşkanı Gül’ün New York’ta belirttiği gibi, bugün dünyaya yılda 707 milyon doları devletten olmak üzere yaklaşık 1.5 milyar dolarlık yardım yapabilen bir Türkiye var. 20-30 yıl öncesinin dünyaya el açan, yardım peşinde koşan ülkesi, şimdi sadece Afganistan’a 100 milyon dolar yardımda bulunabiliyor.
Tek bir şehrinden Pakistan’a yardım için tren kaldırabiliyor. Siyasi tercihlerini beğenseniz de beğenmesiniz de bu ülkenin bir cemaati, dünyanın en ücra köşelerinde okullar açabiliyor.
Sivil toplum örgütleri tüm hatalarına rağmen dünya siyasetinin gündemini belirleyebilecek büyüklükte eylemlere kalkışabiliyor, Gazze’ye yardım konvoyları düzenleyebiliyor.
TÜSİAD, TUSKON gibi iş dünyasını temsil eden örgütlerin dünya çapında erişim ağına sahip olduğu bir ülke artık burası. Düşünce kuruluşlarının, üniversitelerin evrensel sorunları sahiplenebilme lüksü olan bir yer. Üstelik de gümrük birliği sayesinde AB pazarına erişimi konusunda ciddiye alınabilecek sıkıntısı yok.
Türkiye isterse ekonomik anlamda AB üyesi olmadan da yaşamanı pekâlâ sürdürebilir. Demokrasisi, AB üyesi olamadım diye sekteye uğramaz. Türk milliyetçiliği görülebildiği kadarıyla şahlanıp oraya buraya saldırmaz. İslamcılık ile Turancılık el ele verip yeni bir imparatorluk kurmaya kalkmaz.
Kısacası Türkiye, AB üyesi olamadı diye bir zamanlar iddia edildiği gibi toplu siyasi intihar girişiminde bulunmaz. Türkiye durup dururken Batı’dan da kopmaz, eksen falan değiştirmez. Zorlanmadığı takdirde, şu anki dengeleyici ve düzen kurucu rolünden kolay kolay vazgeçmez.
Ama Türkiye, AB üyesi olmazsa ‘Batı’ Türkiye’den, daha doğrusu Doğu’dan kopar. 11 Eylül sonrası dünyada siyaset ve diplomasinin ana ekseni iyice din üstünden tanımlanır. Burkayı yasaklayan, Çingeneleri sınır dışı eden Fransa’nın daha radikal tedbirler almayacağının, dinsel nedenlerle Türkiye’yi dışlamaya çalışan AB vatandaşlarının alınan tedbirleri hoşgörüyle karşılamayacağının hiçbir garantisi yoktur.
Hollanda’nın, Avusturya’nın, hatta son seçimlerde ırkçılığın hortladığını gördüğümüz İsveç’in Müslümanları hedef almayacağının güvencesini kim verebilir? Benzeri şeyleri Amerika için de söylemek herhalde ifrat olmaz.
Dolayısıyla Türkiye’nin AB üyeliği kendi için olduğu kadar AB için de genel olarak Batı diye adlandırılan blok için de önemlidir. Sorun ekonomik ya da siyasi açıdan tek başına ayakta kalıp kalamamanın çok ötesinde anlam ifade etmektedir ve dünya siyasetinin geleceğiyle, diplomasinin yapılış tarzıyla, stratejik düşüncenin kırılma noktasıyla ilintilidir.
Unutmayalım ki tüm bunlardan Türkiye de etkilenecek, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktır. İmparatorluk geçmişine bakarsanız asıl tehlikenin hep Batı’dan geldiğini, Türkiye’nin Avrupa dengeleri içinde kendine yer edinmediğinde ‘yenildiğini’ görürsünüz…
Referans, 24-09-2010 09.03 (TSİ)
AB üyesi olmazsak, depresyona girmeyiz
Zeynel Lüle
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve Uluslararası Ekonomik ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) Türkiye Masası Başkanı Rauf Gönenç aynı fikirdelerdi.
Her ikisi de Türkiye’nin AB üyesi olmadan da büyüyebileceğini, gelişebileceğini söylediler.
Brüksel’de, OECD Türkiye raporunun yayımlanmasından sonra, Zeynep Göğüş’ün yönettiği “TR Plus” kurumunun düzenlediği toplantıda Hisarcıklıoğlu, “Türkiye AB üyesi olmazsa, depresyona girmez” dedi.
En hızlı büyüyen ülkeyiz
Raporda çarpıcı görüşler var.
Türkiye OECD ülkeleri içinde “en hızlı büyüyen ülke” konumunda. Bu yıl yüzde 7-8 civarında büyüme hızı bekleniyor.
Gönenç’e göre, Türkiye’nin hızla büyümesine neden olan unsurlar şunlar:
-Türk ekonomisine duyulan güvenin sağlamlığı karşısında güven kazanan Türk makamları, hızla mevcut sisteme karşı politikalar ürettiler. Faiz oranları düşürüldü.
-2000’li yılarda uygulamaya alınan parasal, mali ve finansal reformlar makroekonomik çerçeveyi güçlendirdi. Bu sayede döviz kurları, enflasyon, finansal istikrar ve Türkiye’nin orta vadede beklentilerine duyulan uluslararası güven, kriz boyunca gücünü korudu. Türkiye’nin risk primi, benzen ülkelere göre çok daha az erosyona uğradı.
-Büyük ve küçük işletmeler kriz şartlarına hızla uyum sağladı ve önemli bir dinamizm sergiledi. Çoğu krize olağanüstü hızlı tepki vererek operasyonlarını yeniden yönlendirdi, verimleştirdi, maliyetlerini kesti, faaliyetlerini çeşitlendirdi ve ihracatlarını yönledirecek yeni pazarlar buldu. İşletmelerin büyük bir kısmı kar marjlarını hızla düzeltebildi ve kriz ertesi dönemin en başlarında faaliyetlerini yeniden genişletti ve yeniden işçi alımına başladı.
-Ve bu bağlamda, Haziran 2009-2010 arasında 1 milyon 540 bin yeni iş yaratıldı. Tarım alanında da aynı şekilde 450 bin iş yaratıldı.
Hatta bu sayıya gizli istihdamı da eklemek gerekiyor. Yani kriz sürecince köylerine geri dönmüş insanların sayısını…
Sıçramanın sürebilmesi için
OECD raporunda, Türkiye’nin kriz sonrası ekonomik sıçrayışın güçlü ve sürdürülebilir büyüme sağlayabilmesi için iki alanda ilerleme kaydetmesi gerektiğini belirtiyor.
-Makroekonomik kredibilite alanında, makroekonomik hassasiyetlerini ve dengesizliklerini gidermeye çalışmak,
-Mikroekonomik etkinlik alanında. Büyümenin iki ana belirleyicilerini, istihdam verimliliği ve istihdam kullanışını iyileştirmek…
Depresyona girmeyiz
Gönenç’in Brüksel’de ortaya koyduğu bu veriler, Türk İş Dünyası’nın patronu Hisarcıklıoğlu’nu mutlu etti. Ve de ona Avrupalı muhataplarına “güçlü bir mesaj” verebilme olanağı sağladı.
Hisarcıklıoğlu göğsünü gere gere “Türkiye Avrupa’ya üye olmasa da gücünü artırır” dedi.
Ve devam etti:
“Türkiye önüne bir yol haritası koymuş durumda.70 milyonunu kapsayacak şekilde gerek demokraside, gerek ekonomide AB standartlarını işler hale getirme hedefinde. Bu çerçevede AB üyesi olmamak Türkiye için bir sorun değil. Bakın bir Norveç AB üyesi değil. Bütün mesele bu standartları yakalamak. Bunun için de elimizdeki yol haritası AB. Zaten AB kendi güvenliğini ve ekonomisini düşünüyorsa gelecekte Türkiye’yi kendi içinde düşünmek zorunda. Eğer düşünmüyorsa o gün geldiğinde ve Türkiye bu standartları yakaladığında belki biz istemeyeceğiz. Önemli olan bu yol haritasından ayrılmamak. Biz üye olacağımızı düşünüp bunun için çalışıyoruz ama olmazsak dünyanın sonu değil. Derin depresyon yaşayacak halimiz yok. Biz gerek ekonomide, gerek demokraside AB standartlarını yakaladıktan sonra hiç önemli değil, bizi ister alsın ister almasın”.
Referans, 24-09-2010 09.01 (TSİ)
Elcano Kraliyet Enstitüsü: Referandumda ‘evet’ oyu, Türkiye’yi AB’ye bir adım daha yaklaştırdı(ingilizce)